Bir çizik attı sanki Allah kalbime. Ya "üstün" olacak ya "esre". Üstün ile esre arasında kalmış "Cim" gibi halim. Ya Cinnet olacak
sonum ya Cennet... Medet Allah’ım Medet!
Sevdiğimin yaktığı mumdum. Yandıkça
eridim, eridikçe ağladım. Gözyaşımda boğuldum. Alev almıştım bir
kere ve bu ateş sönecek gibi değildi. Her nefes alışımda harlanan ateş, içimi
yakıyordu.. Avucuma su doldurup, ağzımı çalkaladım. Burnuma çektim. Yüzümü,
boynumu, kulaklarımın içini, kollarımı ayaklarımı yıkadım. Olmadı suyun altına
attım beni. Hava birden karardı. Güneş her zamankinden hızlı batmıştı sanki.
Elimin tersiyle dünyayı arkama atıp,
ellerimi üst üste koyup göğsümdeki kalbi avuçlarımla sakladım. Gözlerimi
kapadım. Gözlerimi kapamamla ayağımın altındaki halı çekildi sanki. Sendeledim.
Düşmemek için kalbime tutundum. Kalbim durmuştu. Hiç hareket
etmiyordu. Yumruklamaya, tekrar çalışsın diye avucumun içinde sıkmaya başladım.
Olmadı. Onca keder yaşamış, bir beşerin aşkıyla, yıllarca için için yanmış
kalbim avucumun içinde bir et parçasına dönüşmüştü.
Birden bire karşıma yan yana iki kapı
çıktı. Soldaki kapıyı açtım. İçeri girmeden başımı uzatıp içeri baktım. Bir
hastane odasındaydım. Ailem ve yakın arkadaşlarım da odadaydı. Yatağımın
başında biri Kuran-ı Kerim okuyor, diğerleri ağlıyordu. Ayaklarım birbirine
dolaşmıştı. Melekler yüzümü tokatlayarak, sırtıma
vurarak avuçlarımda saklamaya çalıştığım canımı çekip almaya
çalışıyorlardı. Ama odadakiler bana neler olduğunu göremiyorlardı.
Odadakiler maddi ve manevi azabımdan, ölüm
meleklerinin canımı bedenimden nasıl acıyla ve aşağılayarak çıkardıklarından
habersiz, yataktaki cesedime bakıp huzurlu bir şekilde öldüğümden bahsedip,
dünyevi acılarını hafifletmek için kendilerini teselli ediyorlardı. Ruhumun
büyük acılar içinde kıvranarak ölümünü tatmasını görmek istemiyor
ama gözlerimi hareket ettiremiyor seyretmeye mecbur kalıyordum. Beni kurtaracak
kimse yoktu. Canım köprücük kemiğime dayanmış ve alınmıştı. Ölüm meleklerinden
biri “Son müdahaleyi yapacak kim?” diye sordu. İşte o zaman benim için gerçek
ayrılığın ne olduğunu anlamıştım. Gerçeğin verdiği büyük
pişmanlıkla beni dünyaya geri yollamalarını ve kula kulluk ettiğim,
koca bir ömrü bir beşerin aşkıyla heba ettiğim, yedeği olmayan dünya hayatını
har vurup harman savurduğum için ağlıyor, yalvarıyordum ama artık çok geçti ve
bu yalvarışım kabul edilmedi.
Artık bedenimle ilişkim
kalmamıştı. Yıllarca “ben” dediğim bedenim, bir et yığınına
dönüşmüştü. Bir sürüngenin deri değiştirmesi gibi ruhum bedenimi
terk etmişti. Hastane odasındakiler “Doktor doktor!” diye çığlık attılar.
Doktor odaya geldi. Bileğimi tuttu. Göz bebeklerime baktı. Yüzüne üzgün ifadeyi
yapıştırıp “Başınız sağ olsun!” dedi. Oda çığlıklara boğuldu. Birkaç gün sonra
dinecek göz yaşları içinde feryat figan ettiler. Hastabakıcılar sedye
getirdiler. Yataktaki et yığınımı çarşafa sarıp sedyeye attılar. Asansörle
morga giderken hastabakıcılar başhemşireyi çekiştirdiler. O gece morgda kaldım.
Her yer kapkaranlıktı…
Sabah bedenimi gasilhaneye götürdüler.
Görevli, kaskatı kesilmiş olan bedenimi buz gibi soğuk suyla yıkadı. Ölümün
morarttığı bedenimi beyaz bir bezle kefenledi. Sonra biri daha geldi.
Tuttukları gibi tabutun içine attılar. Tabutun kapağını kapadıktan sonra
üzerine yeşil örtüyü örttüler. Neyim olduklarını bilmedikleri yakınlarıma
“Allah rahmet eylesin! Başınız sağ olsun!” dedikleri ve tabutumu cenaze
arabasına taşıdıkları için bahşişle ödüllendirildiler.
Birden bire göz kapaklarımı
kıpırdatabildiğimi gördüm. Var gücümü sarf edip bu azabı daha fazla seyretmemek
için gözlerimi kapadım.Yüzüme rüzgarın çarptığını hissettim. Korkuyla gözlerimi
açtım. Ayağımın altındaki halı havalanıp beni uçurmaya
başladı. İnanılmaz bir hızla yükseldik. Bir bulutun içine girdik.
Bulutun içine girince halı yavaşladı. Az sonra bulutların arasında bir caminin
minaresini gördüm. Halı caminin avlusuna doğru indi. Avlu çok kalabalıktı.
Musalla taşındaki tabutun önünde otuz beşe elli ebadında bir çerçevenin içinden
gülümseyerek bakıyordum. Birkaç yıl önce bu fotoğrafı çektirirken
büyütülüp, çerçevelenip musalla taşına konacağı hiç aklıma gelmemişti. Bu
yüzden objektife gülümseyerek bakıyordum. Aynı fotoğrafın küçüğü, insanların
yakalarına toplu iğneyle tutturulmuştu. Avludaki kadınların çoğu, başlarına
cenazeden cenazeye örtükleri kaygan başörtülerini saçlarını bozmayacak şekilde
dikkatle örtmüş, şıklıklarını marka güneş gözlükleriyle tamamlamıştı. Uzun
zamandır birbirini görmeyenler cenazemde karşılaşmıştı. Ayaküstü üzüntülerini
dillendirdikten sonra işten, güçten fısıldaştılar. Avluya dağılmış kalabalık
imamın gelmesiyle musalla taşıma doğru yaklaştı. İmam kalabalığa seslendi; üç
kere “Merhumeye hakkınızı helal ediyor musunuz?” dedi. Kalabalık hep bir
ağızdan “Helal olsun! Helal olsun! Helal olsun!” dedi. Cenaze namazım
kılındıktan sonra tabutumu omuzlayıp cenaze arabasına koydular. Cenaze arabası
bir sürü kırmızı ışıkta durdu. Şehirde hayat devam ediyordu. Hatta yavaş
gittiği için cenaze arabasına korna bile çaldılar. Nihayet şehir gürültüsünden
uzak bir mezarlığa geldik. Mezarlık görevlileri yerimi çoktan hazırlamış,
mezarımı kazmışlardı. Cami avlusundaki kalabalık mezarlığa kadar gelmişti.
Arabadan tabutumu indirdiler. Ellerinde su dolu pet şişelerle telaşın bitmesini
bekleyen mezarlık çocukları kalabalığın arasına yayıldı. Tabutum açıldı. Beni mezara
indirdiler. Olan biten her şeyi görüyor ama sesimi çıkaramıyordum. “Durun
yapmayın! Allah’ım beni affet. Allah’ım beni affet!” Üstüme kürek
kürek toprak atmaya başladılar. “Allah’ım beni affet! Biricik peygamberim
nerdesin? Kurtarın beni kurtarın beni.” Birkaç kürek
topraktan sonra üstüm tamamen toprakla örtüldü. Kalabalık yavaş yavaş
dağılırken mezarlık çocukları pet şişelerdeki suları üstüme boşaltıp
kalabalığın peşinde koşmaya başladılar. Şeffaf sümüklerini çeke çeke
“Başınız sağ olsun , başınız sağ olsun…” diye koşan çocuklara sırf peşlerini
bıraksınlar diye bahşiş verip mezarlıktan çıkıp gittiler… Herkes gitmiş ama
biri kalmıştı. Mezarımın başına geldi, oturdu. Ellerini açıp dua etti. Gece
yarısına kadar başını eğerek Kur’an-ı Kerim okudu. Eğilip yüzüne baktım.
Ağlayan bir çift göz gördüm….
Ona olan aşkım yüzünden her şeyi bırakmış,
ömrümü bu faniyi sevmekle heba etmiştim. Şimdi akıttığı gözyaşlarının bana hiç
faydası yoktu. O geç kalmış pişmanlıklar yaşarken bedenimin çoktan çürümeye
başladığını görüyordum. Ne mal, ne mülk, ne kariyer, ne kartvizit, ne güzellik,
ne aşk, ne hasret, ne vuslat, ne şehvet… hiç bir şey ifade etmiyordu
ve pire barsağı kadar bile kıymeti yoktu. Bedenimdeki bakterilerin hızla
çoğaldığını, topraktaki kurtçukların bedenimde gezinmeye başladığını görüyordum
ve mezarlık çocukları suladığı halde toprak hiç de yağmur sonrası kokusunda
değildi. Tam tersi çürümüş et kokuyordu. Bedenim şişmeye, ağzımdan, burnumdan
kanlı köpükler fışkırmaya başladı. Tanınmaz hale geliyordum. Çürüme arttıkça
tırnaklarım, saçlarım, kirpiklerim, avuç içlerim ve ayak tabanlarım yerlerinden
ayrılıyordu. Sonra kalbim ve ciğerlerim çürüdü. En korkunç olanı ise
şişen karnımın patlamasıydı. Bedenimden tahammül edilmez derecede pis bir
koku yayılıyordu. Daha önce hiç böyle iğrenç bir koku
duymamıştım. Cildim dökülmüş, beynim çürümüş ve kemiklerim de
birbirinden ayrılmaya başlamıştı. Bu azap, bedenim toprakla
karışık kemik yığını haline gelene kadar devam etti. Sevdiğimin
gözlerine bakarken kendinden geçen gözlerim çoktan kurumuş, göz çukurlarım
boşalmıştı. “Ben” dediğim bu bedenin korkunç ve iğrenç halini görünce yaşadığım
zaman sırf çenemde çıkan bir sivilce yüzünden ayna karşısında öldürdüğüm zamanı
hatırladım. Ah o zamanların milyonda birini verseler de başımı şu pis kokulu
topraktan bir an çıkarıp da nefes alıp “Allah!” desem. Bu beden bir
elbiseydi ve çıkarma vakti gelip çatmıştı. Ve ben çok
hazırlıksız yakalanmıştım ölüm derdine ve zamanı geri
almak mümkün olsaydı eğer ölüme zaten çare bulunmuş olacaktı. Ama ne
zamanı geri almak mümkündü artık ne de aşk kurtarırdı beni. İsteklerine boyun
eğdiğim, bedenimin akıbetini seyretmeye artık gücüm kalmamıştı. Sonunda halının
üzerine yığıldım kaldım…
Kendime geldiğimde iki kapının önündeydim.
Başımı uzatıp baktığım sol kapı kapanmıştı. Gördüklerim beni perişan etmişti.
Neyse ki buradaydım ve ruhum hala benimdeydi. Peki ben dediğim neydi?
Sıra sağdaki kapıdaydı…
Ama bir an önce oradan gitmek
istiyordum. Halıya “Hadi uç!” dedim. Halı kımıldamadı bile. Bulutların
arasındaydık ve iki kapıdan başka hiçbir şey yoktu. Hem meraktan hem
çaresizlikten sağdaki kapıyı açtım. Başımı uzatıp baktım. Evimin yatak
odasındaydım. Beyazdan daha beyaz bir çarşaf serilmişti. Oda mis gibi ful
kokuyordu. Bembeyaz yatakta bembeyaz gecelikle uyuyordum. Yatağın
başındaki sandalyede beyazlar giyinmiş biri el yazması bir Kuran-ı Kerim
okuyordu. Tüm eş, dost, akraba… Herkes odadaydı. Uyandım. “Herkese
hakkım helal olsun. Siz de haklarınızı helal edin!” dedim. Odaya ölüm melekleri
indi. Gülümsediler. Ben de onlara gülümsedim. Ne korku, ne de hüzün vardı.
Melekler “ Selam sana!” dediler. Yine tebessümle karşılık verdikten
sonra derin bir uykuya daldım… Odadaki herkes ellerini açıp dua
etti…
Yüzüme çarpan temiz havayla uyandım. Halı
bulutların arasında hızla uçuyordu. Öyle hızlı ve öyle yükseklerde uçuyordu ki
bir an aşağıya düşeceğimi sanıp halıya kapaklandım. Halı bir süre
sonra yavaşladı, yavaşladı ve sonunda bir kuşun dala konması gibi usulca durdu.
Kapandığım halıdan başımı kaldırıp oturdum. Evimdeydim, mescidimde…
Sağ omzumdaki meleğe selam verdim;
“Esselamun Aleykum ve Rahmetullah.”
Sol omzumdaki meleğe selam verdim;
“Esselamun Aleykum ve Rahmetullah.”
Allah razı olsun,, Size İnşallah ölümü böylesine güzel hatırlatanlar olur...
YanıtlaSil