25 Şubat 2012 Cumartesi

TAŞ KALP


Son zamanlarda aynı insan(lar)la defalarca tanışmak zorunda bırakan git-gel hafızam, okuduğum kitapları bile unutturuyor, aynı kitabı tekrar tekrar okumak zorunda bırakıyordu. İbn-i Arabi’nin, Şam’da gördüğü bir rüyanın ilhamıyla yazdığı bilgisiyle, hafızama kazımak istediğim Füsusü’l-Hikem’in son sayfasından başımı kaldırdığımda uçakta bizden başka kimse kalmamıştı ve tam da Şam’da, şal vaktiydi...
Ajandaya bakılırsa zaman, burada kalacağımız tarihlerde bize hiç de cömert davranmayacak ve bu harikulade şehrin birçok yerini göremeden dönecektik.
Bizi karşılaması için gönderilen görevli, bavullarımızı arabaya kadar tek başına taşıdı.  Hemen kapıda bekleyen simsiyah bir arabanın başında, daha sonra adının Ebu Ali olduğunu öğreneceğimiz, neredeyse ‘hazır ol’da bekleyen şoför,  on beş gün boyunca bu dört kadına, yirmi dört saat hizmet edecekti.

Kasiyun Dağı manzaralı odamın perdelerini açtım. Odam ışıklandı. Daha güneşin batmasına var. Nice efsanelere konu olan bu dağı seyre doyamadan kapım çaldı. Gazeteci dostum başını kapıdan uzatıp Şam kaçamağı planını açıkladı. Diğer ikisi çoktan lobiye inmişti. Elindeki bezle zaten pırıl pırıl parlayan siyah arabanın kapılarını okşarken bizi fark edip, ceketinin düğmelerini göbeğinin üzerinde  iliklemeye çalışarak kapılarımızı açan şoförümüz Ebu Ali, bir kaç güne kadar bizimle şakalaşmaya başlayacak, hatta ısrarla evine davet edecek ve ailesiyle tanıştırmak isteyecek kadar bizi kendine yakın(!) hissedecekti.  “Yarın erkenden yola çıkacağız siz gidin bu gece dinlenin!” bahanesiyle Ebu Ali’yi sepetlemek ise gerçekten de benim fikrim değildi...
Bab-ı Tuma’da, Bab-ı Şarki’de geçmiş zaman yolculuğuna çıkmış gibiydim. Gördüğüm antikalar beni baştan çıkarıyordu.  Dükkânlardan birinin vitrininde Osmanlı’dan kalan, üzeri dantel dantel işlenmiş kılıç ve kalkanı görünce sevgili eşime hediye etmeyi ne kadar çok istemiştim. Kılıç kalkanın cazibesine dayanamayıp,  başımı küçücük antikacı dükkanından içeri uzattım, “Selamun aleykum.” Selamım hemen alındı; “Aleykum selam!” Adamın yüzü şenlendi, “Evet” cevabı umuduyla “İstanbul?” diye sordu. Onayladım. Daha da mutlu olup, “Gardaş, gardaş!” dedi sağ eliyle kalbini yoklayarak. Ancak, bana beslediği gardaş sevgisi,  vitrindeki antika kılıç kalkanın fiyatına pek yansımadı.  “Hem kim taşıyacak şimdi onları…” tesellisiyle nefsimi kandırmaya çalışıp, uzun pazarlıklardan sonra, sadece incelikler medeniyetinden yadigâr, gümüş bir kemer ve kolye satın alıp çıktım dükkândan. Acele adımlarla yetişebildim arkadaşlarıma.
Acıkıldı. En iyi restoran arandı. Bulundu. Restoran müdürü tarafından, El-Kavali’nin en güzel masasına buyur edildikten on dakika sonra masamız Osmanlı ve Lübnan mutfağının birbirinden leziz yemekleri, salataları, tatlılarıyla donatıldı. Doyduk. Yola koyulduk.
Rüzgar, yol boyunca yasemin kokusu taşıdı burnuma. Kıvrıla kıvrıla giden yol bizi, az sonra Kasiyun dağının tepesine götürdü. Yasemin kokusu dağın eteklerinde kaldı...
Dağın tam tepesindeydik artık.
Göğe, Şam şehrinden daha yakındım şimdi. Yerle gök arasındaydım. Minareler, Şam şehrinin şahadet parmakları gibi görünüyordu Kasiyun Dağı’ndan aşağıya bakınca. Yeryüzünde gün boyu süren beş vaktin, segah makamında bir akşamı (daha) yaşanıyor, kutlu çağrı  her yere yayılıyordu minarelerden. Yıldızlar, göğe serpilmiş kırk karatlık pırlantalar gibi taçlandırıyordu Şam’ı. Yer gök nurdu...

Dağın tepesindeki büyük kayanın dibine oturdum. Kutsal durağı seyre daldım. Bab-ı Şarki’den girdim. İncelikler medeniyetinin, Şam şehrine bıraktığı,  insanın ruhuna işleyen mimari şah eserler, zamana kafa tutmuş dimdik ayakta karşıladılar beni. Tıklım tıklım Hamidiye Çarşısı. Hiç yabancı değil çarşıda yürüyen yüzler. Hepsini tanıyorum sanki ezelden. Gülkurusu dudaklarını cart kırmızı rujun altına saklamış genç kızlardan nur yüzlü ninelere, zengini fakiri herkes orada. El arabasında karadut şerbeti satan genç adam, misafirine ikramda bulunan ev sahibi edasıyla bir bardak şerbet uzattı. İçtim. İçim serinledi. Birden gül kokusu yayıldı havaya önünden geçtiğim aktardan. Bir dede kolumu dürttü. Elindeki küçük şişeyi uzatıp elimin üstüne gül esansı damlatıp salavat getirdi. Gül koktum. Her yer gül,  her yer salavat…
Gözlerimi kapattım, kokuyu içime çektim. Kendimden geçirdi beni gülün kokusu. Bir baktım ki birbirinden güzel güllerin donattığı bir gülizar. Kim bilir ne kadar zaman ser hoş gezdim bahçede. Bahçenin sonunda bir şehre vardım; Busra şehri. Önümde bir kapı açıldı. Bir manastır kapısı. İçeri girdim. Çatısı yok, yıkılalı çok olmuş belli. Göğe serpilmiş kırk karatlık pırlantalar şimdi başımın üstünde parlıyorlar, taç gibi… Hiç gelmediğim halde biliyordum burayı! Son Peygamber, daha küçük bir çocukken gelmiş buraya. Ne çok ağlamış amcasıyla Şam’a gitmek için. O da, yetiminin gözyaşlarına dayanamamış ve gelmesine istemeye istemeye razı olmuş sonunda. Zorlu yolculukta küçük bir bulut yol boyu gölgelemiş. Manastırın rahibi uzaklardan gelen kervanın üzerindeki bulutu görmüş, gelenin O olduğunu anlamış. Evet burası, Rahip Bahira’nın manastırı…
Sanki az sonra maşukuyla buluşacak bir aşık gibi kalbim. Kalbimde doksan dokuz atlı dörtnala koşuyor, koştukça coşuyor, coştukça koşuyordu...
Deli gibi toprağı seviyorum. “Bu toprağa mı bastı o mübarek ayaklar?” Toprak olmak istedim! “Bu taşlara mı değdi mübarek bakışlar.” Taş olmak istedim! Ateş ağladım, ağlayarak taş duvarları sevdim. Sonra birden elime küçücük bir taş parçası geldi. Ne atmak, ne de yerine koymak istedim. Ayrılamadım taştan. Küçücük sıradan bir taş parçasından Onun bakışının değme ihtimali yüzünden bir türlü ayrılamadım. Kim bilir kaç saat yaşadım al-alma gel-gitlerini? Hodgamlık denizinde  boğulan nefsim taşı almamı emretti. Yenik düştüm. Taşı avuçlayıp göğsüme bastırdım. Kalbimi de taşın manastırda boşalan yerine bıraktım…
Kasiyun Dağı’nın tepesinden inip gezintiye çıkan ruhum, dalıp gittiği yerden, geceleri gönülleri demleyen uşşak makamında  bir aşk şarkısı çıkardı; Allahu Ekber, Allahu Ekber!
Şimdi İstanbul’dayım. O günden bugüne göğsümde kalp yerine küçük bir taş parçası var. Taşıması zor…  Bir gün yolu Busra’dan geçecek biri olursa, taşı alıp yerine bıraksın,  Manastırın duvarında atan kalbimi geri getirsin. Ki; namaza durduğumda göğsümde atsın…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder