27 Şubat 2012 Pazartesi

AH



Şükrü mahallenin en yaramaz çocuğuydu. Ön dişlerinin arasından dört metre uzağa tükürebilirdi.                 Oğlanlara çelme takar, kızların eteklerini kaldırırdı.  Şükrü böyle yaptığı için kimse onunla oynamaz, kimse onunla oynamadığı için Şükrü oğlanlara küfür eder, kızların eteklerini kaldırırdı. Lapa lapa yağan kar mahalleyi beyaza boyamıştı.  Biz kartopu oynarken Şükrü de burnundan sarkan şeffaf sümüğü çekerek  eğlenmemizi seyrediyordu.  Bir an Şükrü’yle göz göze geldik. Mahsun mahsun bakıp, başını öne eğdi. Acıdım. Çocuklara, “Şükrü de oynasın yazık!” dedim. Nerden bileyim kartopunun içine taş koyacağını...

25 Şubat 2012 Cumartesi

TAŞ KALP


Son zamanlarda aynı insan(lar)la defalarca tanışmak zorunda bırakan git-gel hafızam, okuduğum kitapları bile unutturuyor, aynı kitabı tekrar tekrar okumak zorunda bırakıyordu. İbn-i Arabi’nin, Şam’da gördüğü bir rüyanın ilhamıyla yazdığı bilgisiyle, hafızama kazımak istediğim Füsusü’l-Hikem’in son sayfasından başımı kaldırdığımda uçakta bizden başka kimse kalmamıştı ve tam da Şam’da, şal vaktiydi...
Ajandaya bakılırsa zaman, burada kalacağımız tarihlerde bize hiç de cömert davranmayacak ve bu harikulade şehrin birçok yerini göremeden dönecektik.
Bizi karşılaması için gönderilen görevli, bavullarımızı arabaya kadar tek başına taşıdı.  Hemen kapıda bekleyen simsiyah bir arabanın başında, daha sonra adının Ebu Ali olduğunu öğreneceğimiz, neredeyse ‘hazır ol’da bekleyen şoför,  on beş gün boyunca bu dört kadına, yirmi dört saat hizmet edecekti.

Kasiyun Dağı manzaralı odamın perdelerini açtım. Odam ışıklandı. Daha güneşin batmasına var. Nice efsanelere konu olan bu dağı seyre doyamadan kapım çaldı. Gazeteci dostum başını kapıdan uzatıp Şam kaçamağı planını açıkladı. Diğer ikisi çoktan lobiye inmişti. Elindeki bezle zaten pırıl pırıl parlayan siyah arabanın kapılarını okşarken bizi fark edip, ceketinin düğmelerini göbeğinin üzerinde  iliklemeye çalışarak kapılarımızı açan şoförümüz Ebu Ali, bir kaç güne kadar bizimle şakalaşmaya başlayacak, hatta ısrarla evine davet edecek ve ailesiyle tanıştırmak isteyecek kadar bizi kendine yakın(!) hissedecekti.  “Yarın erkenden yola çıkacağız siz gidin bu gece dinlenin!” bahanesiyle Ebu Ali’yi sepetlemek ise gerçekten de benim fikrim değildi...
Bab-ı Tuma’da, Bab-ı Şarki’de geçmiş zaman yolculuğuna çıkmış gibiydim. Gördüğüm antikalar beni baştan çıkarıyordu.  Dükkânlardan birinin vitrininde Osmanlı’dan kalan, üzeri dantel dantel işlenmiş kılıç ve kalkanı görünce sevgili eşime hediye etmeyi ne kadar çok istemiştim. Kılıç kalkanın cazibesine dayanamayıp,  başımı küçücük antikacı dükkanından içeri uzattım, “Selamun aleykum.” Selamım hemen alındı; “Aleykum selam!” Adamın yüzü şenlendi, “Evet” cevabı umuduyla “İstanbul?” diye sordu. Onayladım. Daha da mutlu olup, “Gardaş, gardaş!” dedi sağ eliyle kalbini yoklayarak. Ancak, bana beslediği gardaş sevgisi,  vitrindeki antika kılıç kalkanın fiyatına pek yansımadı.  “Hem kim taşıyacak şimdi onları…” tesellisiyle nefsimi kandırmaya çalışıp, uzun pazarlıklardan sonra, sadece incelikler medeniyetinden yadigâr, gümüş bir kemer ve kolye satın alıp çıktım dükkândan. Acele adımlarla yetişebildim arkadaşlarıma.
Acıkıldı. En iyi restoran arandı. Bulundu. Restoran müdürü tarafından, El-Kavali’nin en güzel masasına buyur edildikten on dakika sonra masamız Osmanlı ve Lübnan mutfağının birbirinden leziz yemekleri, salataları, tatlılarıyla donatıldı. Doyduk. Yola koyulduk.
Rüzgar, yol boyunca yasemin kokusu taşıdı burnuma. Kıvrıla kıvrıla giden yol bizi, az sonra Kasiyun dağının tepesine götürdü. Yasemin kokusu dağın eteklerinde kaldı...
Dağın tam tepesindeydik artık.
Göğe, Şam şehrinden daha yakındım şimdi. Yerle gök arasındaydım. Minareler, Şam şehrinin şahadet parmakları gibi görünüyordu Kasiyun Dağı’ndan aşağıya bakınca. Yeryüzünde gün boyu süren beş vaktin, segah makamında bir akşamı (daha) yaşanıyor, kutlu çağrı  her yere yayılıyordu minarelerden. Yıldızlar, göğe serpilmiş kırk karatlık pırlantalar gibi taçlandırıyordu Şam’ı. Yer gök nurdu...

Dağın tepesindeki büyük kayanın dibine oturdum. Kutsal durağı seyre daldım. Bab-ı Şarki’den girdim. İncelikler medeniyetinin, Şam şehrine bıraktığı,  insanın ruhuna işleyen mimari şah eserler, zamana kafa tutmuş dimdik ayakta karşıladılar beni. Tıklım tıklım Hamidiye Çarşısı. Hiç yabancı değil çarşıda yürüyen yüzler. Hepsini tanıyorum sanki ezelden. Gülkurusu dudaklarını cart kırmızı rujun altına saklamış genç kızlardan nur yüzlü ninelere, zengini fakiri herkes orada. El arabasında karadut şerbeti satan genç adam, misafirine ikramda bulunan ev sahibi edasıyla bir bardak şerbet uzattı. İçtim. İçim serinledi. Birden gül kokusu yayıldı havaya önünden geçtiğim aktardan. Bir dede kolumu dürttü. Elindeki küçük şişeyi uzatıp elimin üstüne gül esansı damlatıp salavat getirdi. Gül koktum. Her yer gül,  her yer salavat…
Gözlerimi kapattım, kokuyu içime çektim. Kendimden geçirdi beni gülün kokusu. Bir baktım ki birbirinden güzel güllerin donattığı bir gülizar. Kim bilir ne kadar zaman ser hoş gezdim bahçede. Bahçenin sonunda bir şehre vardım; Busra şehri. Önümde bir kapı açıldı. Bir manastır kapısı. İçeri girdim. Çatısı yok, yıkılalı çok olmuş belli. Göğe serpilmiş kırk karatlık pırlantalar şimdi başımın üstünde parlıyorlar, taç gibi… Hiç gelmediğim halde biliyordum burayı! Son Peygamber, daha küçük bir çocukken gelmiş buraya. Ne çok ağlamış amcasıyla Şam’a gitmek için. O da, yetiminin gözyaşlarına dayanamamış ve gelmesine istemeye istemeye razı olmuş sonunda. Zorlu yolculukta küçük bir bulut yol boyu gölgelemiş. Manastırın rahibi uzaklardan gelen kervanın üzerindeki bulutu görmüş, gelenin O olduğunu anlamış. Evet burası, Rahip Bahira’nın manastırı…
Sanki az sonra maşukuyla buluşacak bir aşık gibi kalbim. Kalbimde doksan dokuz atlı dörtnala koşuyor, koştukça coşuyor, coştukça koşuyordu...
Deli gibi toprağı seviyorum. “Bu toprağa mı bastı o mübarek ayaklar?” Toprak olmak istedim! “Bu taşlara mı değdi mübarek bakışlar.” Taş olmak istedim! Ateş ağladım, ağlayarak taş duvarları sevdim. Sonra birden elime küçücük bir taş parçası geldi. Ne atmak, ne de yerine koymak istedim. Ayrılamadım taştan. Küçücük sıradan bir taş parçasından Onun bakışının değme ihtimali yüzünden bir türlü ayrılamadım. Kim bilir kaç saat yaşadım al-alma gel-gitlerini? Hodgamlık denizinde  boğulan nefsim taşı almamı emretti. Yenik düştüm. Taşı avuçlayıp göğsüme bastırdım. Kalbimi de taşın manastırda boşalan yerine bıraktım…
Kasiyun Dağı’nın tepesinden inip gezintiye çıkan ruhum, dalıp gittiği yerden, geceleri gönülleri demleyen uşşak makamında  bir aşk şarkısı çıkardı; Allahu Ekber, Allahu Ekber!
Şimdi İstanbul’dayım. O günden bugüne göğsümde kalp yerine küçük bir taş parçası var. Taşıması zor…  Bir gün yolu Busra’dan geçecek biri olursa, taşı alıp yerine bıraksın,  Manastırın duvarında atan kalbimi geri getirsin. Ki; namaza durduğumda göğsümde atsın…

EVVABİN





Bir çizik attı sanki Allah kalbime. Ya "üstün" olacak ya "esre". Üstün ile esre arasında kalmış "Cim" gibi halim. Ya Cinnet olacak sonum ya Cennet... Medet Allah’ım Medet!

Sevdiğimin yaktığı mumdum. Yandıkça eridim, eridikçe ağladım. Gözyaşımda boğuldum.  Alev almıştım bir kere ve bu ateş sönecek gibi değildi. Her nefes alışımda harlanan ateş, içimi yakıyordu.. Avucuma su doldurup, ağzımı çalkaladım. Burnuma çektim. Yüzümü, boynumu, kulaklarımın içini, kollarımı ayaklarımı yıkadım. Olmadı suyun altına attım beni. Hava birden karardı. Güneş her zamankinden hızlı batmıştı sanki.
Elimin tersiyle dünyayı arkama atıp, ellerimi üst üste koyup göğsümdeki kalbi avuçlarımla sakladım. Gözlerimi kapadım. Gözlerimi kapamamla ayağımın altındaki halı çekildi sanki. Sendeledim. Düşmemek için kalbime tutundum. Kalbim durmuştu.  Hiç hareket etmiyordu. Yumruklamaya, tekrar çalışsın diye avucumun içinde sıkmaya başladım. Olmadı. Onca keder yaşamış, bir beşerin aşkıyla, yıllarca için için yanmış kalbim avucumun içinde bir et parçasına dönüşmüştü.
Birden bire karşıma yan yana iki kapı çıktı. Soldaki kapıyı açtım. İçeri girmeden başımı uzatıp içeri baktım. Bir hastane odasındaydım. Ailem ve yakın arkadaşlarım da odadaydı. Yatağımın başında biri Kuran-ı Kerim okuyor, diğerleri ağlıyordu. Ayaklarım birbirine dolaşmıştı. Melekler yüzümü tokatlayarak, sırtıma vurarak  avuçlarımda saklamaya çalıştığım canımı çekip almaya çalışıyorlardı. Ama odadakiler bana neler olduğunu göremiyorlardı.
Odadakiler maddi ve manevi azabımdan, ölüm meleklerinin canımı bedenimden nasıl acıyla ve aşağılayarak çıkardıklarından habersiz, yataktaki cesedime bakıp huzurlu bir şekilde öldüğümden bahsedip, dünyevi acılarını hafifletmek için kendilerini teselli ediyorlardı. Ruhumun büyük acılar içinde  kıvranarak ölümünü tatmasını görmek istemiyor ama gözlerimi hareket ettiremiyor seyretmeye mecbur kalıyordum. Beni kurtaracak kimse yoktu. Canım köprücük kemiğime dayanmış ve alınmıştı. Ölüm meleklerinden biri “Son müdahaleyi yapacak kim?” diye sordu. İşte o zaman benim için gerçek ayrılığın ne olduğunu anlamıştım. Gerçeğin verdiği büyük pişmanlıkla  beni dünyaya geri yollamalarını ve kula kulluk ettiğim, koca bir ömrü bir beşerin aşkıyla heba ettiğim, yedeği olmayan dünya hayatını har vurup harman savurduğum için ağlıyor, yalvarıyordum ama artık çok geçti ve bu yalvarışım kabul edilmedi.


 Artık bedenimle ilişkim kalmamıştı.  Yıllarca “ben” dediğim bedenim, bir et yığınına dönüşmüştü.  Bir sürüngenin deri değiştirmesi gibi ruhum bedenimi terk etmişti. Hastane odasındakiler “Doktor doktor!” diye çığlık attılar. Doktor odaya geldi. Bileğimi tuttu. Göz bebeklerime baktı. Yüzüne üzgün ifadeyi yapıştırıp “Başınız sağ olsun!” dedi. Oda çığlıklara boğuldu. Birkaç gün sonra dinecek göz yaşları içinde feryat figan ettiler. Hastabakıcılar sedye getirdiler. Yataktaki et yığınımı çarşafa sarıp sedyeye attılar. Asansörle morga giderken hastabakıcılar başhemşireyi çekiştirdiler. O gece morgda kaldım. Her yer kapkaranlıktı…
Sabah bedenimi gasilhaneye götürdüler. Görevli, kaskatı kesilmiş olan bedenimi buz gibi soğuk suyla yıkadı. Ölümün morarttığı bedenimi beyaz bir bezle kefenledi. Sonra biri daha geldi. Tuttukları gibi tabutun içine attılar. Tabutun kapağını kapadıktan sonra üzerine yeşil örtüyü örttüler. Neyim olduklarını bilmedikleri yakınlarıma “Allah rahmet eylesin! Başınız sağ olsun!” dedikleri ve tabutumu cenaze arabasına taşıdıkları için bahşişle ödüllendirildiler.
Birden bire göz kapaklarımı kıpırdatabildiğimi gördüm. Var gücümü sarf edip bu azabı daha fazla seyretmemek için gözlerimi kapadım.Yüzüme rüzgarın çarptığını hissettim. Korkuyla gözlerimi açtım. Ayağımın altındaki halı havalanıp beni uçurmaya başladı.  İnanılmaz bir hızla yükseldik. Bir bulutun içine girdik. Bulutun içine girince halı yavaşladı. Az sonra bulutların arasında bir caminin minaresini gördüm. Halı caminin avlusuna doğru indi. Avlu çok kalabalıktı. Musalla taşındaki tabutun önünde otuz beşe elli ebadında bir çerçevenin içinden gülümseyerek bakıyordum.  Birkaç yıl önce bu fotoğrafı çektirirken büyütülüp, çerçevelenip musalla taşına konacağı hiç aklıma gelmemişti. Bu yüzden objektife gülümseyerek bakıyordum. Aynı fotoğrafın küçüğü, insanların yakalarına toplu iğneyle tutturulmuştu. Avludaki kadınların çoğu, başlarına cenazeden cenazeye örtükleri kaygan başörtülerini saçlarını bozmayacak şekilde dikkatle örtmüş, şıklıklarını marka güneş gözlükleriyle tamamlamıştı. Uzun zamandır birbirini görmeyenler cenazemde karşılaşmıştı. Ayaküstü üzüntülerini dillendirdikten sonra işten, güçten fısıldaştılar. Avluya dağılmış kalabalık imamın gelmesiyle musalla taşıma doğru yaklaştı. İmam kalabalığa seslendi; üç kere “Merhumeye hakkınızı helal ediyor musunuz?” dedi. Kalabalık hep bir ağızdan “Helal olsun! Helal olsun! Helal olsun!” dedi. Cenaze namazım kılındıktan sonra tabutumu omuzlayıp cenaze arabasına koydular. Cenaze arabası bir sürü kırmızı ışıkta durdu. Şehirde hayat devam ediyordu. Hatta yavaş gittiği için cenaze arabasına korna bile çaldılar. Nihayet şehir gürültüsünden uzak bir mezarlığa geldik. Mezarlık görevlileri yerimi çoktan hazırlamış, mezarımı kazmışlardı. Cami avlusundaki kalabalık mezarlığa kadar gelmişti. Arabadan tabutumu indirdiler. Ellerinde su dolu pet şişelerle telaşın bitmesini bekleyen mezarlık çocukları kalabalığın arasına yayıldı. Tabutum açıldı. Beni mezara indirdiler. Olan biten her şeyi görüyor ama sesimi çıkaramıyordum. “Durun yapmayın! Allah’ım beni affet. Allah’ım beni affet!” Üstüme kürek kürek toprak atmaya başladılar. “Allah’ım beni affet! Biricik peygamberim nerdesin? Kurtarın beni kurtarın beni.”    Birkaç kürek topraktan sonra üstüm tamamen toprakla örtüldü. Kalabalık yavaş yavaş dağılırken mezarlık çocukları pet şişelerdeki suları üstüme boşaltıp kalabalığın peşinde koşmaya başladılar.  Şeffaf sümüklerini çeke çeke “Başınız sağ olsun , başınız sağ olsun…” diye koşan çocuklara sırf peşlerini bıraksınlar diye bahşiş verip mezarlıktan çıkıp gittiler… Herkes gitmiş ama biri kalmıştı. Mezarımın başına geldi, oturdu. Ellerini açıp dua etti. Gece yarısına kadar başını eğerek Kur’an-ı Kerim okudu. Eğilip yüzüne baktım. Ağlayan bir çift göz gördüm….
Ona olan aşkım yüzünden her şeyi bırakmış, ömrümü bu faniyi sevmekle heba etmiştim. Şimdi akıttığı gözyaşlarının bana hiç faydası yoktu. O geç kalmış pişmanlıklar yaşarken bedenimin çoktan çürümeye başladığını görüyordum. Ne mal, ne mülk, ne kariyer, ne kartvizit, ne güzellik, ne aşk, ne hasret, ne vuslat, ne şehvet…  hiç bir şey ifade etmiyordu ve pire barsağı kadar bile kıymeti yoktu. Bedenimdeki bakterilerin hızla çoğaldığını, topraktaki kurtçukların bedenimde gezinmeye başladığını görüyordum ve mezarlık çocukları suladığı halde toprak hiç de yağmur sonrası kokusunda değildi. Tam tersi çürümüş et kokuyordu. Bedenim şişmeye, ağzımdan, burnumdan kanlı köpükler fışkırmaya başladı. Tanınmaz hale geliyordum. Çürüme arttıkça tırnaklarım, saçlarım, kirpiklerim, avuç içlerim ve ayak tabanlarım yerlerinden ayrılıyordu. Sonra  kalbim ve ciğerlerim çürüdü. En korkunç olanı ise şişen karnımın patlamasıydı. Bedenimden tahammül edilmez derecede pis bir koku yayılıyordu. Daha önce hiç böyle iğrenç bir koku duymamıştım.  Cildim dökülmüş, beynim çürümüş ve kemiklerim de birbirinden ayrılmaya başlamıştı. Bu azap, bedenim  toprakla karışık kemik yığını haline gelene kadar devam etti.  Sevdiğimin gözlerine bakarken kendinden geçen gözlerim çoktan kurumuş, göz çukurlarım boşalmıştı. “Ben” dediğim bu bedenin korkunç ve iğrenç halini görünce yaşadığım zaman sırf çenemde çıkan bir sivilce yüzünden ayna karşısında öldürdüğüm zamanı hatırladım. Ah o zamanların milyonda birini verseler de başımı şu pis kokulu topraktan bir an çıkarıp da nefes alıp “Allah!” desem.  Bu beden bir elbiseydi ve çıkarma vakti gelip çatmıştı.  Ve ben çok hazırlıksız  yakalanmıştım ölüm derdine  ve zamanı geri almak mümkün olsaydı eğer ölüme zaten çare bulunmuş olacaktı.  Ama ne zamanı geri almak mümkündü artık ne de aşk kurtarırdı beni. İsteklerine boyun eğdiğim, bedenimin akıbetini seyretmeye artık gücüm kalmamıştı. Sonunda halının üzerine yığıldım kaldım…

Kendime geldiğimde iki kapının önündeydim. Başımı uzatıp baktığım sol kapı kapanmıştı. Gördüklerim beni perişan etmişti. Neyse ki buradaydım ve ruhum hala benimdeydi. Peki ben dediğim neydi?
Sıra sağdaki kapıdaydı…
 Ama bir an önce oradan gitmek istiyordum. Halıya “Hadi uç!” dedim. Halı kımıldamadı bile. Bulutların arasındaydık ve iki kapıdan başka hiçbir şey yoktu.  Hem meraktan hem çaresizlikten sağdaki kapıyı açtım. Başımı uzatıp baktım. Evimin yatak odasındaydım. Beyazdan daha beyaz bir çarşaf serilmişti. Oda mis gibi ful kokuyordu. Bembeyaz yatakta bembeyaz gecelikle uyuyordum.  Yatağın başındaki sandalyede beyazlar giyinmiş biri el yazması bir Kuran-ı Kerim okuyordu.  Tüm eş, dost, akraba… Herkes odadaydı. Uyandım. “Herkese hakkım helal olsun. Siz de haklarınızı helal edin!” dedim. Odaya ölüm melekleri indi. Gülümsediler. Ben de onlara gülümsedim. Ne korku, ne de hüzün vardı. Melekler “ Selam sana!” dediler.  Yine tebessümle karşılık verdikten sonra derin bir uykuya daldım…  Odadaki herkes ellerini açıp dua etti…

Yüzüme çarpan temiz havayla uyandım. Halı bulutların arasında hızla uçuyordu. Öyle hızlı ve öyle yükseklerde uçuyordu ki bir an aşağıya düşeceğimi sanıp halıya kapaklandım. Halı  bir süre sonra yavaşladı, yavaşladı ve sonunda bir kuşun dala konması gibi usulca durdu. Kapandığım halıdan başımı kaldırıp oturdum. Evimdeydim, mescidimde…
Sağ omzumdaki meleğe selam verdim; “Esselamun Aleykum ve Rahmetullah.”
Sol omzumdaki meleğe selam verdim; “Esselamun Aleykum ve Rahmetullah.”


24 Nisan 2011 Pazar

MERHAMET ABİDELERİ ; Kuş Evleri



Gökyüzünde Allah'ın emrine boyun eğerek uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları gökte ancak Allah tutar. Şüphesiz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır.  (Nahl 79)


Kuşlar...  
Gökyüzünü kucaklar gibi kanatlarını alabildiğine açan, uçan kuşlar…  
Yolunuz İstanbul’a, İstanbul’daki  meydanlara, cami  yakınlarına düşerse, minik kaplar içinde  buğday satanları, aldıkları buğdayları kumrulara, güvercinlere atan insanları  görürsünüz.  Etrafa saçılan buğdayları gagalayan kuşların “Hu Hu Hu...” dediğini de mutlaka duyarsınız. Osmanlı’nın kuşlara verdiği önemin altında yatan asıl sebep de Allah’ı zikrettiklerini duymalarındandır…

İşte bu yüzden, Osmanlı mimarisinden başka hiçbir mimaride eşi benzeri olmayan  kuş evleri, kuşların barınmaları, beslenmeleri için binaların ön yüzlerine özel olarak yapılmıştır.

Kuş evleri, evcil olmayan hayvanlar için vakıflar ve hastaneler kuran, soğuk kış günlerinde kurtların bile aç kalmaması için kar, fırtına demeden dağ başlarına et bırakan Türklerin ince duygularının,  sanat zevklerinin nişanesidir…

16. yüzyıldan  19. yüzyıl sonlarına kadar Türk mimarisinde kendini gösteren kuş evleri serçe, saka, kırlangıç gibi korunmaya muhtaç küçük kuşlar için yapılan muhteşem barınaklardır.  Günümüzde kuş evleri sanat değeri taşıdığından özellikle korunmaya çalışılmaktadır.
Kuş evleri çeşit çeşit; gecekondu gibi olanı da var, saray gibi olanı da…  İlk başlarda basit yuvalar şeklinde yapılırken, 18. yüzyılda konforlu yapılara dönüşen kuş evlerinde dikkat edilen  en önemli özellik; kuşların kendilerini güvende hissetmelerini sağlamaktır.  En güzel örneklerine İstanbul’daki yapıların saçaklarında rastladığımız kuş evleri, kuşlara barınak olmanın yanında bulundukları binaları da süsleyen tasarımlardır. Bazı kuş evlerinde kuşların  beslenmesi için yemlikler, suluklar, inip çıkabilmeleri için merdivenler, başlarını çıkarıp etrafı kolaçan edebilecekleri balkonlar bile var.

Evlerin, camilerin, medreselerin, kütüphanelerin, sarayların en çok güneş alan cephesindeki, en aç kedinin bile ulaşamadığı, en şiddetli fırtınanın bile korkutamadığı kim bilir kanat çırpmaktan yorulan kaç kuş barındı bu kuş evlerinde. Ve bu zarafet, bu merhamet abidelerinde kim bilir daha kaç kuş soluklanacak Allah’ı zikrederek…

Göklerde ve yeryüzünde bulunan kimselerle, sıra sıra (kanat çırparak uçan) kuşların Allah'ı tespih ettiğini görmez misin? Her biri duasını ve tesbihini kesin olarak bilmektedir. Allah onların yapmakta olduğu şeyleri hakkıyla bilendir. 
 (Nur 41)

30 Ocak 2011 Pazar

TÜRK HALKASI/OKÇU YÜZÜĞÜ/ZİHGİR

Türk kültüründe okçuluğun çok önemli bir yeri vardır. İslamiyet’in ilk yıllarından itibaren ok ve yay, diğer hiç bir silahın sahip olamadığı özel bir anlam ve önem kazanmıştır.  Ok, yay ve okçuluk üzerine 40'ın üzerinde hadis bulunmaktadır. Bu nedenle, okçuluk sünnet olarak kabul edilmiş ve ibadet niyetine yapılmaya başlanmıştır.  Hadisler, okçuluğun her açıdan, en iyi şekilde yapılması, okun en uzağa atılabilmesi için çalışılmasını ve geliştirilmesini sağlamıştır. İslam coğrafyasında okçuluk, atış tekniği ve silah olarak olağanüstü bir seviyeye erişmiş, Osmanlı İmparatorluğunda ise en üst seviyesine ulaşmıştır. Bu seviyeye ulaşmasını sağlayan unsurlardan biri de “Zihgir”dir. Zihgir, atış sırasında sağ elin baş parmağına takılan bir çeşit yüzüktür. Zihgir, parmak boğumunu yaralanmaktan korur. Zihgirsiz ok atmak, baş parmak boğumunda yarılma ve nasırlanmaya yol açar. Kemankeşler başparmağındaki Zihgir’i hiç çıkartmazlar… Zihgir, Kemankeş’in vücudunun bir parçası gibidir.
“Zih” farsça kiriş demektir, “Gir” de kiriş tutan anlamına gelir.  Yay çekerken ele, parmaklara zarar gelme ihtimali yüksektir.   Yüksek kuvvetteki yayı çekebilmemiz için zihgire ihtiyaç vardır.  Zihgir, Türklere has bir yüzüktür. Ok atışı, baş parmak zihgirin altına gelecek şekilde tutularak yapılır. Türk okçuluğunda hedef; en uzun mesafeye atabilmektir. Bunun için de yapılan özel oklar vardır. Bunlara “Menzil Okları” denir. Menzil okları, spor amaçlı oklardır. Toplam12 gram ağırlığındadır. Standart olarak yapılır ve siper denen özel bir alet vasıtasıyla atılır. Siper, okun kabza gerisine kadar çekilmesine olanak sağlar. Okların uzun mesafeye atılabilmesini sağlar. Siper de zihgir gibi Osmanlılara özgü bir spor aletidir.
Atıcının parmağına uygun zihgir yapmak ustalık ister. Zihgirin ölçüsü, parmağa rahatça girecek kadar olmalıdır. Ne dar, ne de bol... Bu nedenle her okçunun zihgiri yalnızca ona özeldir, sadece onun için yapılır. Her kemankeşe  uygun biçim ve ölçüyü bulmak zingir ustasının işidir. Zihgir yapımı ayrı bir uzmanlık konusudur. Osmanlı döneminde zihgirciler, okçu ve yaycı esnafının dışında, kendi pirleri olan bağımsız bir esnaf loncasıydılar.



Zihgir farklı maddelerden yapılabilir. Büyük baş hayvan boynuzları, kemik ve fil dişi zihgir yapımında en çok kullanılan maddelerdir.  Tarihte pirinç ve bronzdan yapılmış zihgirler olduğu da bilinmektedir.  Özellikle aristokratlar, sultan ve sadrazamlar  yeşim taşıyla süslenmiş, telkari işlemeli, elmas kakmalı mücevher zihgirler takmışlardır.  Osmanlı padişahlarının okçuluğa meraklı olduğunu yaygın olarak bilinir.  Hepsi çok iyi okçudur;   ll.Selim, kabak okçuluğunda ustadır.  ll. Mahmut, lll. Selim’in başparmaklarında seyri doyumsuz, işlemeli, güzel zihgirler olduğu da bilinmektedir ve egale edilememiş rekorlara sahiplerdir. Orta çağı kapatıp, Yeni Çağı başlatan Fatih Sultan Mehmet de iyi bir okçudur,  herkesin bildiği, dünyaca ünlü minyatüründe gülü tutan elinin başparmağında da zihgir vardır. Gül, devlet sevgisini, başparmağındaki zihgir de imparatorluğun gücünü temsil etmektedir. 



Yok olmaya yüz tutan Türk okçuluğu, bugün bir avuç insan tarafından yeniden canlandırılmaya çalışılmakta. Kimi zihgir yapımında, kimi kiriş yapımında, kimi ok ve yay yapımında, kimileri de geçmişten gelen bilgilerin derlenmesi, çevirilerin yapılması konusunda ayrıca gayret sarf etmekte. Yaygınlaşması için çalışmakta. Gençlere, Türk okçuluğunun inceliklerini karşılıksız öğretmekte.
Zihgir, süvariler için tasarlanmış çok büyük kullanım kolaylığı da sağlıyor. Örneğin, at üstünde, 80 km süratle giderken, sağa sola arkaya geriye her yöne atış yapmak gerekir.  İyi eğitim almış iyi bir sporcu,  360 derece hem sağ taraftan hem sol taraftan dönüşü sağlayarak her yöne atış yapabilir, hem sağ kolunu hem sol kolunu kullanabilir. Osmanlı yayları, Türk yayları kısa ve esnek olduğundan, at üstündeki okçuya kolaylık sağlar.  Zihgirin eli korumanın yanı sıra, önemli bir faydası daha vardır. Bu fayda Osmanlı’nın çok işine yaramıştır; at üzerinde sarsıntıda okun düşme ihtimali vardır, ama zihgirle tutulduğunda bu risk tamamen ortadan kalkar. Zihgirle, at binerken, istediğiniz tarafa dönüp ok atabilirsiniz. Ayrıca zihgir, düşme riski olmadığından, oku başparmağınızın üzerine koyup çekiş yapabilmenizi de sağlar.
Çin kaynaklarında “Onların boynuzla süslü katı yayları vardı.”  ifadesi geçer. Bu Göktürkler için söylenmektedir.  Orta Asya’dan getirilen bu gelenek,  Osmanlı’da  İstanbul Okmeydanı’na kadar yükseliş göstermiştir.Okçular Tekkesi’nin de bulunduğu Okmeydanı’nın bugünkü hale gelmesi hazindir.  Okçulukta zirveyi yakalayan atalarımızın bugün bile aşılamamış rekorlar kırmasında geliştirdikleri teknik ve zihgirin önemli yeri vardır. Fakat en temel sebebi; bunu aynı zamanda ibadet olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Ok atarken, gaza niyetine; “Ya Hakk” diye nara atmaları bundandır. Çünkü, yayı çeken kemankeş, fakat oku hedefine ulaştıran Allah’tır.





HAT SANATI /AŞKA GELDİK




İstanbul! Japonya’dan Amerika’ya birçok ulustan hat sanatına ilgi duyan sanatçıların ilk durağı… Kur’an’ın yazıldığı güzel şehir, hat sanatının merkezi.  Lamelif misali,  bir yanı doğuya, bir yanı batıya bakan… Bir yanı kıyam, bir yanı ruku… Hattatlar gibi beş vakit secdede ruhu…
Nun. Kaleme ve yazdıklarına and olsun…
Allah'ın insanlığa ilk emri “Oku” dur.  Kalem de okumak gibi üstün ve önemli...  Yazmak ve okumak,  dünyada bilginin yayılmasıdır. En güzeli de Yaratan’ı bilmektir. Hat eğitiminde talebeye verilen ilk yazı dersi Rabbim işimi kolaylaştır, güçleştirme, Rabbim bu işi hayırla tamamla (Rabbiyesir vela tuassir Rabbi temmim bil-hayır) yazısıdır. Daha sonra tek tek harflerin nasıl yazıldığı öğretilir. 


    Yukarıda gördüğünüz  yazı, hat eğitiminde hocanın talebesine verdiği ilk derstir; "Rabim zorlaştırma,     kolaylaştır.Bu işi hayırla tamamla." Bu dersi geçen hat talebesi, eğitimine harfleri yazmaya başlayarak devam eder.


Bundan sonra yazan için, yazılan her harf “Allah’ın rızasını kazanmak için” edilen bir duadır. Hat dua demektir. Edep demektir. Sabrın sanat halidir…  Nokta nokta, harf harf, ahenk içinde, “Oku” diyeni sevmektir… 
Hat, ruhani bir hendese, özlenen sonsuzluk kapısını açan bir sanattır.  Sanat ve bilimin yazı halidir. Nice abideler, nice kabirler, nice çeşmeler, nice kitaplar, bilgiler, belgeler onunla taçlanmıştır.  Hat, ilhamı Allah’tan, güzelliği hattatının ruhundan alandır…
Hattatın muhtevası ise tevazudur, tevekküldür, gayrettir. Hattatın kalbi şeddeli atar. Yazarken öyle bir hâl içindedir ki  Rabbiyle beraberdir, huşu içinde ibadet halindedir… Hattat için meşk ederken kalemin çıkardığı ses, dinlediği en güzel musikidir.
Hattatın, kalemi kamıştan, kağıdı ağaçtan , mürekkebi kurumdan, meşki ise yaratanın sevgisindendir… Hat mürekkebinin özü kurumdur. Kağıt yansa da yazı kalır. Çünkü kurumdan yapılan mürekkeple yazılmıştır. Kurum, zaten daha önce yanmıştır…
Hattat “hiç” olmak için… İs “mürekkep” olmak için…  Kamış, “kalem” olmak için, kağıt da “yazılmak” için uzun ve zahmetli bir terbiyeden geçer.
Hat sanatının temellerini öğrenmek kişiye göre değişir. Hat talebesinin eğitimi tamamlanınca, hocası tarafından izin belgesi verilir. Buna icazetname denir. İcazetname verilmemiş bir hat talebesi hattat sayılmaz ve eserini imzalayamaz.
Hat sanatının birçok inceliği vardır. Yazarken nefes alıp vermek bile çok önemlidir. Hattat, her bir harfi yazarken nefesini tutar. Bunun sebebi ise nefes alıp vermemizi sağlayan Allaha şükrün yanı sıra harfin kaidesinin tam olarak yerine ve düzenli olarak oturmasıdır.
Hat sanatı kalple yapılan manevi bir yolculuktur. Bu yolculuk sırasında hattatı her adımda en güzel olana, en iyi olana yaklaştırır. Her hattat en güzel yazıyı yazmak ister.  Yazının güzel, eksik ya da kötü olması hattatın manevi  haliyle de ilgilidir. Bu nedenle hat, sanat olmasının yanı sıra, nefs terbiyesi için verilen bir mücadeledir.
Hat sanatı, sanatçının kendi yorumunu katmadığı tek sanattır. Kendinden katmaya çalıştığı  tek şey; Allah’a beslediği sevgidir. Hat sanatının figürü harflerdir. Harfleri yorumlanmaz.

Hattatların harflerle ilişkisi, harflere olan sevgisini anlamak için hattat olmak gerekir. Harflerin birbiriyle ahengi hattat için çok önemlidir. Bu, hat sanatının en önemli özelliklerindendir.

Kur’an harflerin güzelliği sadece hattatları değil, okuyanı da, bakanı da kendine bağlamıştır.  Şairler, harflerden ilham almış harfleri kendi haline uygun benzetmeler için kullanmıştır. Örneğin; Dal harfini, aşkından beli bükülmüş  bir şaire, Cim harfini sevdiği kişinin  zülfüne benzetmiştir. Fakat hattatların harflerle olan ilişkisi  şairlerinkinden çok farklıdır. Onların harflerle olan ilişkisinde sonsuz olan ilahi aşk vardır. Onlar her harfi ayrı ayrı severler. Örneğin; “Allah” isminin ilk harfi olması, kendinden sonra gelen hiçbir harfle birleşmemesi nedeniyle Elif harfini ayrı severler…  Elif harfi, her zaman diktir, eğilmez bükülmez…
Hattatın harflere olan sevgisi elbette eserlerine yansır. Bazı eserlerinde sadece tek bir harfi yazar. Mesela , Vav  harfi  onlardan biridir. Yan yana vavlar, karşı karşıya vavlar, içi içe girmiş vavlar hep hattatın harfle olan ilişkisinin eseridir.
Nun harfi ise ayrı güzeldir. İçinde mürekkep olan hokkaya benzer… 
Kur’an-ı Kerimde kalem, mürekkep, okumak, yazmak ve bilmek konusunda ayetlerin olması hat sanatının yayılmasında etkili olmuştur. Yine aynı sebeple, İslam kültüründe de hat sanatı üstün tutulmuştur.
Hat sanatında,  harflerin yazılış biçimlerine, büyüklüklerine  göre  değişen nesih, sülüs, rikaa,ta’lik vs. gibi yazı çeşitleri vardır. 

Hattatların karalamaları bile sanat eseridir. Karalamalarda da nokta ölçüsüne dikkat edilir. Harf  noktayla başlar. Yazıdaki güzellik, ölçü noktadadır. Hattın  her noktasında bir gayret vardır.  Noktalar harfleri, harfler kelimeleri, kelimeler ayetleri, ayetler Kur’an-ı Kerim’i oluştururlar. Kur’an, insana nasıl olması gerektiğini öğretir. Kur’an, bilmektir. Hat, yazıdır. Hattat yazandır. Yazdıran; Allah’tır…
Ve hat, yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, bütün denizler mürekkep olsa yine de Allah’ın sözlerini yazmaya yetmeyeceğini bilmektir…

Hattı Bilmek Haddi Bilmektir!
Niceleri gönül vermiştir bu sanata, kaçı erkek kaçı kadın… Hatta üstün olan, ne erkektir ne kadın. Üstün olan, yazan değil yazdırandır. O’dur Rana, O’dur Mana. Selam olsun, dili mürekkep yalayan, eli kalem tutanlara….